19 Mayıs 2009 Salı

ATATÜRK
YENİDEN SAMSUN’DA!
(5)
18 Mayıs 2009 tarihli yazımın devamı

Bir önceki yazımdan hatırlayacağınız üzere, Atatürk Ankara’ya gelmiş ve Çankaya’ya ulaşmıştır. Arkadaşlarıyla beraber küçük Köşk’e yerleşmiş ve aynı gün akşamı, TRT’den Türk Ulusu’na bir konuşma yapacağını bildirmiştir.
TRT’nin spikeri Nermin Tuğuşlu anonsunu yapmıştı.

Şimdi Atatürk’ün konuşmasını aktarıyorum:


-ATATÜRK’ÜN KONUŞMASI-
(1)


Sevgili Yurttaşlarım!
Hepinizi sevgilerle kucaklıyorum.
Yeniden aranızda olmanın, sizlere seslenebilmenin sevinci içindeyim. Coşkun sevgi gösterileriniz için yürekten teşekkür ederim. Beni ve arkadaşlarımı mutlu ettiniz.
Sağ olunuz!
Özlem gidermek ve sizlere bazı gerçekleri hatırlatmak için geri geldim.
Bu akşam biraz dünden, biraz bugünden söz etmek istiyorum.
Önce Osmanlı Devleti’nin son durumunu kısaca belirteceğim.
Dine dayalı, yarı meşruti bir rejim,
Başta yorgun bir hanedandan gelme bir padişah halife,
Yarı sömürge halinde güçsüz, ufuksuz, hayat enerjisi tükenmek üzere olan bir devlet,
Ekonomik, idari, mali, ticari, hukuki, kültürel kapitülasyonlar,
Henüz millet olamamış bir cemaatler topluluğu,
Halk yurttaş değil, kul ve uyruk,
Kavga ve çekişmeden ibaret, komitacılığı anımsatan, seviyesiz, fikirsiz bir politik hayat,
İlkel bir tarım toplumu,
İflas etmiş bir maliye,
Hasta bir ekonomi,
Sıfır ağır sanayi,
Cılız bir küçük sanayi,
Kişi başına gelir 7.- lira,
Kişi başına ortalama kamu harcaması ortalama 50 Kuruş,
Madenlerin çoğunluğu, başlıca limanlar ve var olan demiryolları yabancı şirketlerce işletiliyor,
Demiryollarının bütün personeli Ermeni ve Rum,
Karayolu yok sayılacak düzeyde,
Ulaşım genel olarak kağnı manda, at arabası ve develerle yapılıyor,
Ticaret genel olarak azınlıkların, yabancıların ve levantenlerin elinde,
Acınacak halde bir sağlık örgütü,
Verem ve sıtma yaygın,
Çağdışı bir adalet ve hukuk sistemi, genel mahkemelerin yanında dini mahkemeler,
Gevşek, halktan kopuk bir idari sistem,
Devletin ulaşamadığı bölgeler, yerler bulunuyor,
Dağlar eşkıya ve asker kaçaklarıyla dolu,
Yetersiz bir eğitim düzeni,
Halkın sadece % 7’si okur-yazar,
Bu oran kadınlarda % 1 bile değil,
Bütün ülkede sadece 158 Ortaokul ve Lise var,
Lise ve dengi kız okullarındaki bütün kız öğrencilerin sayısı 230,
Karma eğitim söz konusu değil,
Bilim hayatı, bilimsel düşünce yok sayılacak düzeyde,
Bütün Türkiye’deki gazete ve dergilerin toplam satışı yüz bin dolayında,
Yalnız İstanbul’da, medrese havasında bir üniversite,
Anadolu, araştırmayan, üretmeyen, yalnız aktaran, çağdışı, ilkel medreselerin ve dünyadan habersiz medrese hocalarının elinde,
Yalnız İstanbul ve biraz da İzmir’de soluk bir sanat hayatı,
Farsça, Arapça ve Türkçe karışık, Osmanlıca denilen, halktan kopuk, karma, yapma bir dil,
Toplumun yarısını oluşturan kadınların hiç bir sosyal hayatı ve siyasi hakkı yok, kısaca vatandaş sayılmıyorlar,
Ebelik dışında bütün meslekler erkeklerin tekelinde,
Ümmet anlayışı egemen,
Her yanda yozlaşmış tarikatlar, tekkeler, zaviyeler, dergahlar,
Çağın gereklerine henüz ayak uyduramamış, iyi donatılmamış bir ordu,
Devletin ve toplumun durumu buydu.
Savaşa girmemek zordu, girersek yenilgi kaçınılmazdı.
1914 Kasımı’nda savaşa girdik, bazı zaferlere ve başarılara rağmen, sonuçta büyük savaşı kaybettik.
Milli Mücadele, yenilgiden sonra daha da ağırlaşmış olan bu koşullarda başlamıştır. Cumhuriyet’in devraldığı miras da, işte bu borca batık, çağdışı mirastır.

Sevgili Gençler!
Nereden nereye geldiğimizi hiç unutmamanızı dilerim.
Osmanlı Devleti, 1918 yılı Ekim’inde, yenilgiyi kabul ederek, galiplere her hakkı tanıyan bir mütareke anlaşması imzaladı.
Olaylar kısa sürede şöyle gelişti:
İngiltere, Fransa ve İtalya, kendi aralarında imzaladıkları Üçlü Anlaşma doğrultusunda başkent İstanbul’u ve Türkiye’yi işgale başladılar,
Kars Ermeni kuvvetlerine devredildi,
Var olan demiryolları ve haberleşme ağına el konuldu,
Donanma ve hava gücümüz göz altına alındı,
Kara ordusunun silahları büyük ölçüde toplandı, toplanma sürüyor,
Cephelere sürekli can ve kan pompalamış olan halk, Balkan ve Dünya Savaşları’nın yükü altında ezilmiş, yoksul, yorgun ve umutsuz,
Erkekler şehit, yaralı, esir,yolda veya sakat,
İstanbul’a getirilip Anadolu’ya geçemeyen terhis edilmiş askerler, kapı kapı dolaşıp yiyecek dileniyorlar; sakat gazileri, Ermeni veya Rumlar sıkıştırıp dövüyorlar ve İstanbul hükümetleri, gazilerin bu feci haliyle ilgilenmiyor bile,
Yurtsever aydınlar bile türlü olumsuz akımlar arasında bocalıyor,
Birçok bölücü, gerici, işbirlikçi dernek ve örgüt faaliyette,
Kişiliksiz, gafil, korkak bazıları açıkça hain hükümetler birbirini izliyor,
Saray büyük bir teslimiyetle geleceğimizi İngilizlerin lütfuna bağlamış.
Kısacası tam bir çözülme!
Bu acıklı duruma, 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’e çıkması faciası eklendi.
Milli Mücadele hızla yayılıp genişledi.
Kuzeyde Yunan destekli Pontus çeteleriyle, doğuda İngiliz destekli Ermenilerle, güneyde Fransızlar ve Ermenilerle, batıda İngiliz destekli Yunanlılarla, iç cephede ise, halkın taassup ve cahilliğini sömüren iç ve dış çevrelerin harekete geçirdiği, irili ufaklı yirmiden fazla ayaklanma ile boğuşuldu.
İstilacılar ile Rum ve Ermeni çeteler doğu, güney, kuzey ve batı Anadolu’da halkımıza çok acı günler yaşattılar. Milli Mücadele’nin ilk kurşunu 19 Aralık 1918’de Dörtyol ilçemizin Karaköse köyünde atılmıştır. Halk hızla toparlanıp kendiliğinden ve gücü kadar örgütlenerek istilacılarla mücadeleye başladı. Tek tek bütün cepheleri anlatarak zamanınızı almak istemiyorum.
Bu konuşmamda Batı Anadolu’da yaşanan bazı olaylara değineceğim.
İstanbul yönetimi, yetersizliğinden dolayı emekli edilmiş bir zavallı olan Ali Nadir Paşa’yı yeniden göreve çağırır ve Nisan 1919’da, İzmir’de bulunan 17. Kolordu Komutanlığı’na atar. Bu atama, yaptıklarından ve yapacaklarından dolayı yurtsever komutan ve subaylardan ödü kopan İstanbul İdaresi’nin , saraya bağlı bir ordu oluşturma girişiminin ilk adımıdır. İşte bu Ali Nadir Paşa 15 mayıs 1919 günü, İzmir’in hiç direnmeden Yunanlılara teslim edilmesini emredecek, bir Yunan teğmeninden tokat yiyecek, elinde ucuna beyaz mendil bağlanmış bir sopa ile kışladan çıkıp esir kafilesinin başında yürümekten utanmayacaktır.
İzmir’de o gün ve ertesi günü işgalcilerin ve Rumların çılgınlıkları sürer. Sonuç: 500’den fazla subay ve er şehit ve yaralı, binden fazla sivil kayıp, birçok tecavüz, şiddet ve yağmalama olayı. Bir örnek vereyim: Kordonboyu’nda şehit edilen yüzbaşı Necati Bey’in 8 yaşındaki oğlu, babasının cesedi üzerine kapanınca, işgalciler çocuğu da süngüleyeceklerdir.
Bu kıyım ve vahşet, işgal genişledikçe yayılıp artar, olaylar yetkililerce sürekli olarak İstanbul’a bildirilir.

27 Mayıs 1919: Aydın işgal edilir. Kıyım, yağma ve kundaklama başlar. Uluslar arası Soruşturma Kurulunun raporunda bile, ‘Çıkartılan yangınların Aydın’ın üçte ikisini kül ettiği, alevler içinde kalan mahallelerden kaçanların büyük bir kısmının Yunan askerleri tarafından sebepsiz yere öldürüldükleri’ yer almaktadır.

4 Haziran 1919: Nazilli İşgal edilir. Tecavüz, yağma ve kıyım. Ezan okuyan müezzinler kurşunlanır. Eşraf ve memurlardan 38 kişi zorla şehir dışına çıkarılır ve öldürülür.

12 Haziran 1919: Bergama işgal edilir. Birçok acı olaydan sonra 80 bine yakın Türk evini, işini, bağını, bahçesini bırakıp göç yoluna düşer.

17 Haziran 1919: Menemen işgal edilir. Kaymakam, askerler ve bine yakın sivil öldürülür.

Özet olarak ilk bir ayın kanlı ve acı hikayesi böyle.
Peki halk ne yaptı?
Miskince boyun mu eğdi?
Kaderine razı mı oldu?
Hayır!
Hakkını savunmak için örgütlendi, hemen her yerde protesto mitingleri yaparak, gerekli yerlere telgraflar yağdırarak sesini yükseltti, İstanbul’dan ses çıkmayınca da namusunu, canını ve yurdunu korumak için silahlandı ve direnişe koyuldu.
Böylece Müdafaa-yı Hukuk ve Kuva-yı Milliye dönemi başladı.

(Sürecek)

CENGİZ ÖNAL
Cumhuriyet neferi

Hiç yorum yok: