23 Ocak 2009 Cuma

UĞUR MUMCU’NUN ARDINDAN
(UNUTMADIK, UNUTMAYACAĞIZ, UNUTTURMAYACAĞIZ!)

Atatürkçü, Laik, Cumhuriyetçi, Demokrat bir Türkiye’nin
yılmaz savunucusu; devrimci, hep emekten yana araştıran ve
sorgulayan gazeteci Uğur MUMCU, 24 Ocak 1993 günü, otomobiline
konan bir bomba ile, inandığı tüm bu değerler uğruna yaşamını yitirdi.

Atatürk Türkiyesi’ni, önce bölüp, parçalamak ve sonra da yok etmek isteyen emperyalist gücün, ülkemizdeki işbirlikçisi ve maşaları hainlerin karanlık elleri tarafından, aracına konulan bomba ile katledilen Atatürk Milliyetçisi, Kemalist Devrimci ve Tam Bağımsız Türkiye’nin yılmaz savunucusu Uğur MUMCU’nun, SUÇLULAR VE GÜÇLÜLER adlı kitabının, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı(UM:AG) tarafından, Şubat-1998’de yayınlanan 31. Baskısı’nın Sunuş Kısmı, yukarıdaki ifadeyle başlamaktadır.

İnandığı doğrulardan asla ödün vermeyen ve ilkelerine bağlı gerçek bir Gazeteci olan Uğur MUMCU’yu, 24 Ocak 2009 tarihinde ve katledilişinin 16. yılında, bir kez daha saygıyla anıyoruz.

Uğur MUMCU hakkında yazılabilecek o kadar çok şey var ki; bunları yazmaya kalkıştığımda; çok uzun olabilecek bir yazı ortaya çıkacağı ve bunun da okurları sıkabileceğini düşünerek, sözü kısa tutup, O’nun, SUÇLULAR VE GÜÇLÜLER adlı kitabındaki yazılarından birisini sunmanın daha etkili olabileceğine inanıyorum.

ORDUNUN ŞEREFİ

Her siyasi aşama bir toplumsal birikimin ürünüdür. Kurtuluş Savaşı Osmanlı İmparatorluğu’nun çürümüş enkazı içinden çıkan ulusal kurtuluş devrimcilerince kazanıldı. Savaşlarda yenik düşmüştük. Fransız, İngiliz ve Alman emperyalizmi, Bab-ı Ali politikacılarıyla birlikte memleketi yönetiyordu. Siyasal partiler çürümüştü.
Kurtuluş Savaşı bir ‘kutsal isyan’ın bilincidir.
27 mayıs 1960 Devrimi de, 1946 anti-Kemalist sandık darbesine ulusal tepkidir. Demokrat Parti, toprak ağalarının ve uluslar arası kapitalizmin örgütüydü. Türk halkı bu devrede sadece geriliğe, karanlığa ve uyduluğa mahkum oldu. Amerikan emperyalizmi, Kur’an kursları, İmam Hatip Okulları, Nur tarikatları, namussuz ve satılık politikacılarla Türkiye’yi yönetmişti.
27 Mayıs 1960 sabahı Mustafa Kemal’in gür sesi Kışlalardan kopup, devlet yönetiminin her kesimine dolmuştur. İhtilal, Mustafa Kemal’in ihtilaliydi. 27 Mayıs ihtilalcileri, soygun düzeninin partilerine çağdaş bir Anayasa ve ‘duvarları küfürden kirlenmemiş’ bir parlamento verdiler. Fakat, namussuz politikacılar ellerine geçen her fırsatta; orduya küfrettiler. Anayasayı değiştirmek için her yola başvurdular.
12 Mart Muhtırası, ‘parlamento ve iktidarı’, Cumhuriyeti tehlikeye düşürmekle suçlamıştır. Cumhuriyeti tehlikeye düşürenler, bugün siyasal partilerin içinde eski suçlarına devam etmektedirler. Ancak, Cumhuriyeti tehlikeye düşürmekle suçlanan sanıklar bugün sanıklıktan çıkıp, savcılık görevine özenmektedirler!
12 Mart Muhtırası’ndan sonra orduda general ve albaylar emekli edilmişlerdir. Bu subaylar henüz 12 Mart gününe kadar, üniformalarının içinde Cumhuriyeti koruma görevlerini yürütüyorlardı. Bu şerefli subaylar emekli edilmişler ve acıdır ki, basında gericilerin azgın dişlerine teslim edilmişlerdir. Bu subayların Rusya’dan emir alan satılık komünistler olduğu yazılmıştır. 31 Mart’ın salyalı ağızları, 12 Mart’tan sonra kimsesiz sandıkları bu subaylara saldırmaya başlamışlardır.
Bu saldırılar ordunun şerefini zedelemekte midir? Şimdi emekli edilen general ve albayların şerefleri satılık rotatiflerin kiralık kalemlerine ve Şeyh Sait İsyanı’nda asılan mürtecilerin oğullarına birer malzeme olmuştur! Sayın Tağmaç, Sayın Gürler, Sayın Eyicioğlu,Sayın Batur, bu eski silah arkadaşlarının şereflerini, tıpkı üstlerinde üniforma varmış gibi korumak zorundadırlar.
Çünkü bu subayların şerefleri ordunun şerefi demektir ve hiçbirinin namusu, Cumhuriyeti tehlikeye düşüren siyasetçilerin namusları kadar ucuz değildir!
Ordunun şerefi, herkese karşı aynı inanç ve titizlikle korunmalıdır. Büyük paşalar; sadece bir Muhtıra ile iktidarı devirmişlerdir. Kendileri şimdi ordu içinde ve dışında siyasal gücü ellerinde tutmaktadırlar. Bugünlerde kendilerine karşı yöneltilen eleştirileri haksız ve yersi olarak değerlendirebilirler. Ancak, yarın kendileri de emekli olacaklardır. İşte o zaman, bugün kendilerini övenlerin, nasıl suçlar ve suçlular bulacaklarını gözleriyle göreceklerdir. Emekli oldukları zaman, bugün emekli edilen subaylara saldıranların; kendilerine de hücum edeceklerini acıyla izleyeceklerdir. Milli Birlik Komitesi’nin önünde selam duranların, bir süre sonra, onlara küfrettiklerini Sayın paşalar bizden iyi bilirler. Geçmiş olaylar gelecek için birer ders olmalıdır.
Sayın Cumhurbaşkanına, Genelkurmay Başkanına, Kuvvet Kumandanlarına ve Sayın Erim’e soruyoruz: Emekli edilen general ve albaylar Rusya’dan emir alan komünistler midir, yoksa her biri ülkesinin bağımsızlığı ve halkının kurtuluşu için savaşan yiğit Atatürkçü subaylar mıdır?!..
Açıklama istiyoruz.
Büyük paşaların, politikacılara mı, yoksa eski silah arkadaşlarına mı değer verdiklerini bilmek hakkımızdır.

Uğur MUMCU, SUÇLULAR VE GÜÇLÜLER, UM:AG Vakfı Yayınları / 31. Baskı, s. 122

Uğur MUMCU, günümüzden yaklaşık 40 yıl kadar önce kaleme aldıklarıyla sanki bugünü anlatmış gibi.

İçinde yaşamamızın dayatıldığı bugünkü şartlar; yazıda tanımlananlarla nasıl da birebir örtüşüyor öyle değil mi? Ülkesini böylesine seven yurtsever bir aydın ve yılmaz bir Kemalist Devrimci’nin yokluğu her zaman hissedilmektedir. Uğur MUMCU’ya Ruhun Şad Olsun diyor ve her zaman da saygıyla anacığımızı söylüyoruz.

Ancak, zaman bir kenara çekilip, ah/vah ederek sızlanma zamanı değildir.

Atatürk İlke ve Devrimleri’ne inanmış, Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na, özde, bağlı olan Atatürk Gençliği, emperyalizmin ve yerli işbirlikçileri hainlerin bütün karanlık oyunlarına karşın, Laik Cumhuriyeti ilelebet korumak ve savunmak için, yasaların öngördüğü çerçevede, üzerine düşeni yapmak zorundadır. Bunun, geçerli hiçbir mazereti olamaz!
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar

21 Ocak 2009 Çarşamba

YORGUN MEKTUPLAR

PTT, kamu kuruluşları içinde tarihi oldukça eskiye dayanan kuruluşların başında gelir. 170 yıla yaklaşan tarihi boyunca verdiği hizmetler inkar edilemez.
Hizmetlerini, ülkenin ücra köşelerine kadar götürmüş, kar/kış, yağmur/ çamur dememiş mektup, koli, havale vb gibi hizmetleri vatandaşımıza ulaştırmıştır. En küçük yerleşim birimlerinde bile işyeri(Acente) açarak, Türk Ulusu’nun telefon, teleks ve telgraf gibi hizmet ihtiyacını da karşılamıştır.
Özellikle; karayolu ve demiryolunun yeterli olmadığı ve hava taşımacılığının da henüz başlamadığı yıllarda, posta hizmetlerinin, Katarlar vasıtasıyla yürütülmeye çalışıldığı nasıl inkar edilebilir?
Milli Mücadele yıllarında ve Ulusal Kurtuluş Savaşı öncesi ve sonrası ile savaş süresince telgraf hizmetinin yararlılıkları unutulabilir mi? Telgraf denildiğinde de; Telgrafçı Hamdi(Hamdi MARTONALTI) hatırlanmadan geçilebilir mi?

* * *

Nisan-1995 ayında PTT Genel Müdürlüğü’nden ayrılan bir kısım hizmetler, Türk Telekom Genel Müdürlüğü A.Ş. adında kurulan bir kurumun sorumluluğuna verilmiştir. PTT, bu ayrışmadan sonra, daha çok posta ağırlıklı hizmetleri sürdürmeye devam etmiştir. Son yıllarda PTT Bank hizmetlerine de başlandığı görülmektedir. Koli ve paket taşımacılığının bir kısmı da özel sektöre kaptırılmıştır.
Resmi mektuplar, bir kısım bankaların özel sektöre taşıttırmadığı hesap ekstreleri ve bazı kuruluşların telefon faturaları gibi gönderiler PTT vasıtasıyla alıcılarına ulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Vatandaşlarımızın birbirlerine mektup yazma alışkanlıkları da iyiden iyiye azaldığı için mektup taşıma işi de; artık büyük bir yük olmaktan çıkmıştır. Belki, yakın gelecekte, hiç mektup taşınmayacaktır. Kim bilir? Çünkü elektronik ortamdaki iletişim, toplumun oldukça ilgisini çekti. Böylesi bir hizmet varken; kimse eline kağıt kalem alıp da; eskisi gibi mektup yazmıyor artık.
Halbuki yazılsa ve böylelikle de mektupla haberleşme tarihin derinliklerine itilmesi ne olur? Elbette çok isabetli olur. Ancak, mektup hizmetinin sağlanmasında, can acıtan derecede aksilikler ve gecikmeler yaşanıyor olması; mektuba olan ilgi ve talebi günden güne azaltmaktadır.

* * *

Burada, mektupların gecikmesiyle ilgili ve henüz başıma gelen bir olayı da size aktarmak istiyorum:
20 Ocak 2009 Salı günü posta kutusuna baktığımda; diğerlerinin yanı sıra üç adet de mektup aldım. İkisi aynı kişi tarafından gönderilmiş ve Sulakyurt/KIRIKKALE PTT’si tarafından kabul edilmiş mektuplardı. Birinin üzerinde 12 Ocak 2009, diğerinde ise; 16 Ocak 2009 tarihli kabul damgaları vardı. Sulakyurt’tan gönderilen mektuplardan birisi dört(4) günde, diğeri ise sekiz(8) günde bana ulaşmıştı. Üçüncü mektubun durumu ise; çok daha ilginçti. Bu, 9 Ocak 2009 tarihinde Sıhhiye PTT’since kabul edilmiş ve zarfın üzerine böyle bir tarih damgası vurulmuştu. Yani Sıhhiye’den gönderilen mektup da Çankaya’daki evime onbir(11) günde gelebilmişti.
Üç mektubun da; damgaları okunabilir durumdaki zarfları elimde bulunmaktadır. Teknik imkanım yeterli olmadığı için o damgaları buraya yerleştiremiyorum.

* * *

Geçmiş yıllarda, posta çuvalının iç çeperine takılıp, alıcısına oldukça geç ulaştırılan mektup hikayeleri duyardık. İlgimizi çeker ve olayı eşe dosta anlatırdık.
Ama bugün yaşananlar inanılacak türden değil. Çünkü bugünkü durum çok farklı. PTT, diğer bir çok kuruluş gibi, teknolojinin bütün imkanlarından yararlanma şansına sahip. Buna karşın, böylesi gecikmelere gerekçe bulmak herhalde oldukça güç olmalı.
Peki, o halde sorun nedir?
Mektuplar, Kırıkkale-Ankara gibi birbirine bu kadar yakın ve komşu iller arasında, özellikle de Ankara’nın bir semtinden diğerine neden bu kadar geç ulaşıyor?
Bu soruya öncelikle Ulaştırma Bakanı’nın ve sonra da; PTT Genel Müdürü’nün cevap vermesi gerekmektedir.
Nasıl olur da; bunca imkanın varlığına karşın; mektuplar halen bu kadar geç bir şekilde alıcısına ulaşır?
AKP ve Zihniyeti iktidarının kadrolaşma sevdası hizmet anlayışını düşürüyor mu? Eğer sebep bu değilse; ehil insanlar işin başına mı getirilmiyor? Göreve getirilenler, kurum içinde adam kayırma yöntemlerini uyguluyor da; gecikmeler bu sebeple mi meydana geliyor?
Yoksa; mektuplar yoruldu mu?
Yani elime ulaşan Yorgun Mektuplar mı?

CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar

19 Ocak 2009 Pazartesi

SOĞUK SAVAŞ GÜNLERİNDEKİ GİBİ

Bir süre önceydi. Sabah erkenden kalktım. Oturduğum semte uzak bir yerdeki işimi halledebilmem için erken çıkmam gerekiyordu. Hazırlanıp, durağa indim. Otobüs tam saatinde geldi. Durak kalabalık değildi. Önce ben bindim. Her defasında olduğu gibi; şoföre gülümseyen bir yüz ifadesiyle, ‘Günaydın’ dedim. Biraz dağınık oturan şoför, hemen toparlanarak, kendine bir çekidüzen verdi ve ‘Günaydın Efendim’ dedi.
Mutlu olmuştum. Yanından ayrılıyorken; Onun da mutlu olduğu her halinden belliydi. Bu hareketlerimizi görenler şaşkınlıkla bir bana, bir de şoföre baktılar, sonra da, herhalde bir anlam verememiş olacaklar ki; dikkatlerini başka şeylere verdiler.
Oturduğum yerden diğer binenlere ve otobüsteki yolculara bakıyor, zamanla da dışarıyı izliyordum. Herkes kendi halinde, hiç kimse bir diğeriyle konuşmuyor, hatta göz temasında dahi bulunmuyorlardı. Bir ‘Günaydın’ sözcüğünü bile birbirlerinden esirgiyorlardı.

* * *
Kızılay’a geldik. Doğruca metroya yöneldim. Oradan da Ankaray durağına indim. Araç henüz kalkmıştı yetişemedim. Boş banklardan birine oturdum. Orta yaşlı bir hanım, ben oturunca, nedense biraz kenara çekilmeye ve kendisine de çeki-düzen vermeye çalıştı. Bunu neden yaptı anlayamadım. Çünkü, zaten iki oturma yeri arasında yaklaşık 15 cm kadar mesafe vardı.
Beklerken etrafımı seyretmeye koyuldum. Birden insanların halleri dikkatimi çekti. Durağa gelenlerden hiç biri, bir diğerine yada başkalarına, ne ‘Günaydın’ diyor, ne de ‘Merhaba’ ediyordu. İnsanımıza ne olmuştu da; birbirlerinden selam bile vermiyorlardı?
Hatta, durakta gezinenler, birbirlerine değmemek için büyük çaba gösteriyor ve hatta biri diğerine kaza ile de olsa en ufak bir temas ettiğinde, dokunduğunda; öbürü, çok sert ve ürkütücü bir tavırla, öyle bir bakışla bakıyor ki; bunu size tarif edemem. Sanki, kızgınlıkla her an saldırabilecekmiş gibi bir görünüm sergiliyor.
Aynı duraktaki ve muhtemelen hemen hepsi Türk Vatandaşı olan insanlar, birbirleriyle hiçbir şekilde selamlaşmıyorlardı. Düşman insanları yan yana koysanız; ancak bu kadar olabilir. Şaşırmadım dersem, inanın yalan olur.

* * *
Bizim nesil, Soğuk Savaş döneminin en yoğun olduğu yılları pek fazla bilmeyiz. Yaşayanlardan, kulaktan kulağa aktarılan hikayeleri zamanla duyduğumuz olmuştur. O döneme ilişkin bilgilerimizin çoğunluğu da, izlediğimiz filmlere, okuduğumuz kitaplara dayanır. Öğrendiklerimiz ürpermemize yeterdi. Merakla izler, bunların nasıl olabileceğini, insanların birbirlerine karşı nasıl böyle acımasız davranabileceğini anlamaya çalışırdık.
Sanki belirli merkezden yönetilen bir takım güçler, insanları bu duruma sokmuşlar. Birileri, herkesin birbirine karşı şüpheyle bakmasını sağlamış ki; ortaya çıkan oluşum, o gücün veya kişinin menfaatine uygun düşsün. Amaç, toplumu birbirine yabancılaştırmak.
Fazla zaman geçmesine gerek kalmadan, aynı şartlarla karşı karşıya kaldık. Hayal dahi edemez iken; bu muğlaklıkla yüz yüze geldik. Tabi bunlar aniden olmadı. Toplum, zaman içinde bu duruma sokuldu. İnsanlarımız birbirine yabancılaştırıldı. Güven ortamı yok edildi. Kapalı rejimlerde olduğu gibi, hiç kimse birbirine güvenemez oldu. Birbirine güvenememenin nedeni, aslında insanımızın devlete ve dolayısıyla bir kısım kurumlara güveninin kalmamasıyla başladı. Baskı ve sindirme uygulanarak korku yaratıldı.
Neden oldu bunlar? Niçin bu noktalara taşındı toplumumuz? Kim bizi böylesine kendine yabancı yaptı? Bizden ne istendi de böyle olduk? Şimdiki halimizden çok mu memnunuz? Hayır! Tabi ki bu halimizden memnun değiliz!

* * *
Bu noktaya gelmemizin nedenlerinden en önemlisi; emperyalizmin kültürel yoldan Ülkemizi yozlaştırmak istemesidir. İnsanlarımızın, kendi kültürlerine yabancılaşması neticesinde; Milliyetçi Duyguların da zafiyete uğrayacağı kesindir. Milli Duygularından yoksun kalan toplumların sömürülmesi, çökertilmesi ve bölünüp/parçalanmak ve sonra da yok edilmek istenmesi, hiç şüphe yok ki; çok daha kolaydır. Bugün için görünen de; aynen böyle olduğudur. İnsanlarımız, Milli Değerlerinden ziyade sanki paranın kölesi olmuştur. Paranın olmadığı ortamda adeta yaşanamayacağı üzerine fikirler üretilmiş, sözler, söylemler türetilmiştir. Buna, özellikle son 60-70 yıllık dönemin politikacıları çanak tutmuşlardır. Ülkenin Milli Değerlerini arka plana itmişler, bireysel/siyasi hırs ve kaprisler, hatta rant anlayışını öne çıkmışlardır.
Sonuçta olanlar olmuş, duygudan ve sevgiden yoksun bir toplum olmuşuz. Herkes kendi doğrularını dayatır duruma gelmiş. Sevginin eksik olduğu, ya da bulunmadığı bir toplumda birlik, beraberlik ve toplumsal dayanışmadan bahsedebilmek elbette mümkün değildir.
Emperyalizm ve yerli işbirlikçileri Hainler, Türk Ulusu’nun, bir nebze de olsa, ağzının tadını kaçırmış ve keyfini bozmayı başarmış gibi gözükmektedir. Toplum, ‘Bizden olanlar ve Diğerleri’ olarak, en yetkili ağızlar tarafından, bölünmek istenmişçesine nitelendirilmiştir.
Atatürk İlke ve Devrimleri ile Laik Cumhuriyet’in Temel Değerleri’ne ve bugüne değin elde edilmiş Kazanımları’na sahip çıkmak isteyen Atatürk Milliyetçisi insanlarımız üzerinde yoğun baskı bulunmaktadır. Bu düşüncede olanlara, neredeyse, düşman gözüyle bakılır olmuştur. Günümüzdeki bir kısım uygulamalar da bunun en çarpıcı örneğidir.
Bizi birbirimize düşürmek, düşman etmeye çalışmak, hiç şüphe yok ki; emperyalist güç odaklarının işine gelmektedir. Maşa olarak da; yarattıkları Karşı Devrimcileri kullanmaktadırlar. ABD başta olmak üzere AB’nin de ortaklaşa yürüttükleri çabaların hedefinde, Atatürk Türkiyesi’ni önce bölmek ve sonra da parçalayarak yok etmek vardır. Buna bölgemizde bir çok örnek gösterilebilir. Bu oyuna gelen başta politikacılar olmak üzere bir kısım aydın bozuntuları artık kına yakarlar. Fakat, fazla sevinmesinler. Bu tezgahları geçmişte de bir çok kez yaşadık. Nice badireler atlattık. Ne Damat Feritler, Ali Kemaller gördük, bildik ve tanıdık… Türk Ulusu, bunun da üstesinden gelebilecek güçtedir.
Yapılacak olan oldukça basittir! Mustafa Kemal ATATÜRK’ü oldukça iyi anlamak ve düşüncelerini iyi öğrenmektir. Şartlar ne olursa olsun birlik ve beraberliğimizi bozmamalıyız. Küçük ve bireysel hesapları bir kenara bırakıp, kitlesel birliği tez zamanda oluşturmak kaçınılmazdır. Kaybettiklerimiz, bugün için daha kolay telafi edilebilir. Ama yarın çok geç olabilir.
‘Söz konusu olan Vatansa; gerisi teferruattır!’
CENGİZ ÖNAL
Araştırmacı-Yazar
www.cengizonal.blogspot.com